![]() |
![]() |
![]() |
|||
![]() |
![]() |
![]() |
|||
![]() |
![]() |
![]() |
|||
Site İçi Arama |
Eskimeyen Ayakkabılar Yapan Fabrika: Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura
/**/
Yazar: MAHMUT KİPER | Tarih: 20/03/2010 | Saat: 08:45Bin yıl önce Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk boyları önemli bir ayakkabı kültürünü de beraberlerinde getirmişler. Divan-ı Lügat it Türk, Kutadgu Bilig ve Dede Korkut Kitabı’nda “Edik” olarak, genelde ayakkabı anlamı veren sözcükle ilgili açıklamalar varmış. Edik, bugün hala Anadolu sözlü geleneğinde de yaygın olarak kullanılıyor. Türk ayakkabıcılığı ile ilgili en eski tarihsel belgenin ise İbni Batuha Seyahatnamesi olduğu belirtiliyor.14. yüzyıl İbn-i Batuha belgelerinde babuççu, başmakçı, dikici, haffaf, kavaf gibi ayakkabıcılık terimleri varmış. Tanınmış gezginimiz Evliya Çelebi de ayakkabıcıları toplu olarak “pabuççiyan” diye anmış. Mercan yokuşundaki terlikçilerden söz ederken onların gayet cesur olduklarından, asla mağlup olmadıklarından sözedip, hatta Süleyman Han’ın yeniçerilere kızdığında “sizi papuçcu bekarlarına kırdırırım”dediğini belirtmiş. Türk kültürüne dair pek çok belgede ayakkabının renginin yaşa, göreve, sosyal düzeye göre değiştiği belirtiliyor. Osmanlı yeniçeri ocağında yayalar sarı çizme, bölük başları kırmızı çizme, küçük zabitler ise siyah çizme giyermiş. Renklerin sembolik anlamları özellikle kadın ayakkabılarında da geçerliymiş. Anadolu kadınları, bekarsa sarı, evliyse kırmızı, dulsa yeşil çarık ya da ayakkabı seçermiş. Kültürümüzde oldukça önemli yer tutan ayakkabı üretimi ise ufak imalathanelerde yapılırmış. Ta ki, İstanbul'da, Prof. Önder Küçükerman’ın anlatımıyla, Boğaziçi'nin en güzel bölgelerinden olan Beykoz'da, dik tepelerin denizden uzaklaşıp, yerini, içinden sular akan geniş düzlüklere bıraktığı büyük bir alanda 1810 yılında o zamanki ismiyle 'Tabakhane-i Klevehane-i Amire' diğer adıyla "Beykoz Debağat ve Kundura Fabrikaları" kurulana kadar. Zamanla kapasitesi getirilen buhar teknolojisinin de katkısıyla artan fabrikada üretilen kundura, çizme, koşum takımı, kütüklük, palaska gibi eşyalar ilk kez 1856'da Uluslararası Paris Fuarı'nda sergilenmiş ve kalitesiyle dikkati çekmiş. 1862 Londra ve 1863 İstanbul sergilerinde de beğeni toplayan fabrikanın kapasitesi 1870 yılında günde 300 çift ayakkabıya yükselmiş. Üretimini sürekli artıran ve yeni yapılarla genişleyen fabrika, II. Meşrutiyet döneminin (1908-1918) başlarında Beykoz Techizat-ı Askeriye Fabrikası adını aldıktan sonra 1911'de yılda 270 bin çift çeşitli ayakkabı üretecek duruma gelmiş. 1912'de teknolojisi yenilenen fabrika kromlu debbağata geçmiş. Cumhuriyetin kunduracısı Bu işletme, Cumhuriyetin ilanından sonra Askeri Fabrikalar Umum Müdürlüğü'ne bağlanır. 1925'te ise yeni kurulan Sanayi ve Maadin Bankası'na devredilir. Bu bankanın sanayii kısmı 1933'te Sümerbank adıyla yeniden örgütlenirken, kurum da Sümerbank Deri ve Kundura Sanayii Müessesesi adını alır. Fabrika’ya giren ham deri, dışardan hiçbir malzeme alınmadan ayakkabı olarak dışarı çıkar. Kapasite giderek artar, tüm Cumhuriyete kundura sağlar. Eskiler hatırlayacaklardır. Çocuklar bu ayakkabıları hiç sevmezler, çünkü eskimez böylece yeni ayakkabı da alınmaz . Eskisin diye arsalarda o ayakkabılarla futbol oynanır, su birikintilerine girilir, nafile gene eskimez. Beykoz kunduraları eskimez! Belli bir yaşta olanlar mutlaka en az bir kere Beykoz kunduralarından giymişlerdir. Artan taleple kapasite de artar, 1980’lerde 2.5 milyon çifte ulaşır. Beykoz’un kârıyla Van, Tercan ve Sarıkamış Deri ve Kundura Fabrikaları kurulur. Ekipler Beykoz’da yetiştirilir. Uğurlu dev tesis Çalışan sayısı 3000’e yaklaşır. Cumhuriyet döneminin en hatırı sayılır ve bilinir kurumlarından biri olan bu tesis o yöredeki Paşabahçe Cam, Tekel gibi diğer kuruluşlarla beraber Beykoz ve çevresinde apayrı ve canlı bir yaşam alanı oluşturur. Bu yaşama Sümerbank Kundura’nın katkısını ‘Ayakkabının "A"sı Beykoz Kundurası’ başlıklı yazısında Nazım Alpman şöyle anlatıyor; ‘Türkiye'nin sanayileşme dönemine kalın bir damga vuran Beykoz kundura tesisinin Boğaziçi'nin uzak ilçesi Beykoz'da çok farklı bir anlamı vardı. Beykozlular için onun adı sadece "fabrika" idi. Her "Fabrika" kelimesinden Beykoz'daki bu uğurlu dev tesis anlaşılıyordu. Fabrikanın düdükleri Beykoz'un hayat cıngılıydı. Sabah 06.30'daki ilk düdük işçileri yataktan kaldırıyordu. İkinci düdük 07.00'de "hadi artık evlerden çıkın" anlamına geliyordu. 07.15'de çalan üçüncü düdük işbaşı buyruğuydu.
Beykoz'un eğlence hayatının nabzı da Fabrika'da atıyordu. Ahırdan bozma "Ali Bey'in Sineması" dışında ikinci kışlık sinema ‘Fabrika'daydı. Spor salonu büyüklüğündeki yemekhanenin dev duvarından Hollywood'un parlak yıldızları geçerdi. Fabrika devamlı olarak yabancı film oynatırdı. Ali Bey'de hep yerli filmler vardı. Beykozlular sahnelerimizin en büyük yıldızlarını Fabrika sayesinde görebilme ayrıcalığına sahiptiler. Her yıl temmuz veya ağustos ayında Beykoz Çayırı'nda yapılan devasa ölçülerdeki sünnet düğünlerinde Beykozlular karnaval niyetine eğlenirlerdi. Henüz "Sanat Güneşi" olmamış Zeki Müren, "Şahane Kadın" Sevim Çağlayan, "Radyoların Bülbülü" Muzaffer Akgün, "Taş Bebek" Gönül Yazar, "Bay Samanyolu" Berkant, ‘’Güldürü Ustası’’ Celal Şahin gibi dönemin yıldızları sabaha kadar şarkıları, türküleri ve esprileriyle Beykozlular'ı mest ederlerdi. Sünnet Düğünü tesisini hazırlamak için Fabrika'nın marangozları yaklaşık bir ay çalışırlardı. Bir futbol sahası büyüklüğündeki alanın sökümü de 15 gün alırdı. Bu şenliğin aktüalitesi de bir yıl konuşulurdu.’ Hayat fabrika düdüğüyle başlardı Bu işletme ile ilgili bir yazıda, çalışanlar için fabrika tarihçesiyle ailelerinin geçmişinin bile özdeş olduğu belirtiliyor. Buranın ustaları, 1810 yılında kurulan bu fabrikada, Balkan Harbi'nde, Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarında çarpışan askerlere, yakın zamana kadar jandarma ve orduya ayakkabı hazırladıklarını anlatıyorlar gururla. Balkanlar'ın en büyük deri ve kundura fabrikasında çalışmış olmaktan mutlular. Yaşlılar, bir okul, aile yuvası olarak tanımladıkları fabrikanın eski günlerini özlüyor. Emekli bir kundura işçisi eski günlere özlemini şöyle anlatıyor: "Dedem, babam ve annem gibi bende kundura fabrikasından emekliyim. Eskiden her şey daha zordu ama huzurluyduk. Sabahları evimizde büyük telaş yaşanırdı. Annem, babam ve ben birlikte hazırlanıp giderdik işe. O zamanlar Beykoz'da hayat fabrika düdükleriyle başlar, fabrika düdükleriyle biterdi. İlk düdükle uyanır, son düdükle işimizi bitirirdik." Bu ustanın Beykoz'da hayatı belirlediğini söylediği fabrika düdükleriyle ilgili bir de anısı var: "İstanbul Valisi Vefa Poyraz'ın döneminde Danimarka Kralı gelmişti İstanbul'a. Tarabya Otelinde kalıyordu. Sabah fabrika düdüğünü duyan kral hava saldırısı olduğunu sanıp pijamalarıyla sokağa fırlamış. Vefa Bey bizden rica etti, o günden sonra düdükleri dağa çevirdik." Cumhuriyetin ilk dönemlerdeki sanayileşme rüzgarına büyük bir coşkuyla katılan Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası’nın batı tarzı üretim için eğitim veren bir okulu da vardır. Özellikle Fabrika’da babaları çalışan işçi çocukları ortaokuldan sonra bu okula alınırlar, iki yıl kundura işçiliği eğitimi verilir. Sonra Fabrika içinde çeşitli birimlere dağıtılırlar. Bu şekilde bütün işçilik kalitesi aynı düzeyde tutulur. Toplam kalite gibi kavramlar da daha ortada yoktur. 1980’lere gelindiğinde bilinen senaryolar tekrarlanır. Pek çok Cumhuriyet tesisi gibi bu 182 dönümlük tesisin idam fermanı da gecikmez. Fabrika ilk kez 1986′da “zarar” eder, 1987′de özelleştirme kapsamına alınır. Zaten son işçi alımı 1984′ün son ayında yapılmıştır. Azalan işçilerle birlikte kapasite düşer. Bir zamanlar mahşer yeri gibi olan üretim bölümleri, birer ikişer kapatılır. Tabii ki okul da. Nazım Akman bahsedilen yazısında, işçilerle sohbetlere de yer vermiş. İşçi Seyfullah Öztürk "Bu fabrikanın düdük sesiyle gözümü açtım, onunla büyüdüm. Şimdi o düdük artık yok. Sanki boğazlandık ama nedense kimse bizi duymadı!" demiş. Fabrika'nın eski bir yöneticisi kendilerini "hançerlenmiş" gibi hissettiklerini söylüyor ve devam ediyor; "Bu tesiste 3 bin kişiye iş imkanı vardı. Ortaasya pazarı açıldı. Biz bilgi birikimimizi oralara götürebilirdik. Ne izin verildi, ne de bizim için bir bağlantı arandı. En son 1989'da Almanya'ya ayakkabı verip yeni teknoloji ürünü makineler aldık. Biz hem ürün hem de teknoloji satabilecek düzeydeydik. Ama 'siz öldünüz' dediler. Oysa nefes alıp veriyoruz. Bıraksalar özerk olsak kimse bizle rekabet edemezdi. Beykoz’u bilerek batırıp başkalarını ihya ettiler.’ Prof. Önder Küçükerman yaptığı bir çalışmada burasının 1311 Kanunevvel'de yapılan "Sırmakeş Çeşmesi", tarihi havuzu, yaşları saptanamayan çınar ağaçları, kurulduğundan bugüne kundura örneklerini barındıran koleksiyonu ile gerçekten sahip çıkılması gereken koca bir tarihe sahip olduğunu belirtir. Eski reklamlarında da yer aldığı gibi Beykoz kundura "Fiyatlarımız, kayalar gibi sabit ve heryerden ucuzdur" sloganı ile halkın itibarını kazanmış, 200 yıldır hem halkın hem askerin ayağını çıplak bırakmamıştır. Atatürk için de pek çok ayakkabı yapmıştır. Koca tarihe biçilen değer! Tarihi eser statüsünde olması gereken bu yerin, Özelleştirme İdaresi’nin web sitesinde 13-04-2005 tarihinde 29.750.000 YTL bedelle ve blok satış yöntemi ile özelleştiği belirtiliyor. Boğazın dibinde 182 dönümlük arazisiyle birlikte tam 200 yıllık koca bir tarihe biçilen değer bu. Şimdilerde bu yerler televizyon için çekilen dizilere, bazı programlara figuranlık yapıyor. Ama, artık bir harabeye de dönse gören herkesi heyecanlandırmaya devam ediyor. Burada çekilen bir dizinin oyuncuları ile söyleşi yapmaya giden muhabir Ayşe Küçükkurt’un duyguları şöyle; ‘Beykoz’daki eski ayakkabı fabrikasında dizi setini ararken, bir an oranın bir zamanlar nasıl insan sesleri ile dolu, kanlı canlı bir yer olduğunu düşündüm. İşleri yetiştirmek için nasırlı ellerin nasıl canla başla çalıştığı gözümün önüne geldi. Sadece hayal edebildim. Fabrika kapanırken çalışanların alelacele oradan nasıl çıktıklarını düşündüm. Dolapların kapaklarının hâlâ açık kaldığını, bir zamanlar tıkır tıkır çalışırken köşesinde hurdaya atılacağı günü bekleyen makineleri, bir köşeye öylece atılmış kundura topuklarını, duvarlara kazılan yazıları, su şişelerini ve yalnız ve sessiz yaşantılarının sonlanacağı günü bekleyen boş binaları gördüm.
Mekan olarak burayı seçmiş diğer bir TV programı ile ilgili olarak muhabir Musa İğrek’in yaptığı bir söyleşide fotoğraf sanatçısı Berkant Çolak şöyle diyor; " Şairleri Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası'nda fotoğraflamak benim için çok keyifliydi. Mekân bu iş için çok harikaydı. Bunu yaparken fabrikayı ön plana çıkarmaya çalıştım. Çünkü bu tarihi mekân gitgide yok oluyor. Tarihsel belleğimiz çok zayıf maalesef. Buranın fotoğraflarla belgelenmesini istedim. Bu serginin iki başrol oyuncusu var, şairler ile Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası. Bu yüzden serginin adını 'Mekândan Yüzler' koyduk." Musa İğrek belirtilen yazısında duygularını şöyle dile getirir; ‘Fabrikadaki mahşeri kalabalığın izleri, işçilerin ve buharlı makinelerin sesleri, yığın yığın ayakkabılar, duvarlar, aynalar... Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası'nın öyküsünü şairlerin portresinden okumak biraz dokunaklı olabilir. Belki de Sait Faik'in 'Şehri Unutan Adam' adlı öyküsündeki gibi siz de bu fabrikayı riyasız kucaklamak için yollara düşersiniz.’’ Gene bir TV dizisi çekimlerinin bir bölümünde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın, bu üç genç fidanın, darağacına yürüdükleri sahneler için plato olarak seçilen yer de burası oldu.Deniz Gezmiş, idam sehpasına götürülürken arkadaşlarına 'Hadi eyvallah çocuklar' diye seslenir. Sümerbank Beykoz Kundura ile bu üç genç arasında belki başka benzerlikler de kurulabilir ama kuşkusuz son benzerlik kaderleri. Sümerbank Kundura’da, bu 200 yıllık ulu çınar da, idama gönderilirken bize seslendi ‘hadi eyvallah çocuklar.’ Duymak istemedik ya da önemsemedik. Oysa utansak ve başımızı eğip ayaklarımıza baksak, hala onun yaptığı ayakkabıların ayaklarımızda olduğunu görecektik ve hatırlayacaktık ki, O aslında Osmanlının endüstri devrimine yaklaşmak için buharlı makinalarla donattığı tesisiydi. Cumhuriyetin coşkusu, temsilcisi hatta ta kendisiydi. O bizim çocukluğumuz, gençliğimizdi. Bizden, içimizden biriydi. Her idam edilen Cumhuriyet tesisiyle sadece tarihimiz değil, Cumhuriyetten de, bizlerden de birşeyler yok oluyor. Enbaşta da onların temsil ettiği bağımsızlık, kendi kendimize başarabilme, kimseye başeğmeden varolabilme gücümüz, inancımız. Kimbilir, belki de aslında yokedilmek istenen tam da budur. Beykoz Deri ve Kundura’dan bugüne kalan! ![]() |
|
|||
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
||
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |