![]() |
![]() |
![]() |
|||
![]() |
![]() |
![]() |
|||
![]() |
![]() |
![]() |
|||
Site İçi Arama |
MİZAH İLE HİCVİN GÜZELLİĞİ VE BENİM YETENEKSİZLİĞİM...
/**/
Yazar: HAMİT SERBEST | Tarih: 28/08/2011 | Saat: 21:02Babam her kahkaha bir kalem pirzolaya bedeldir derdi. Çocukluk yıllarımda bunun anlamını kavramamıştım, çünkü o yaşlarda her çocuk gibi ben de hemen her şeye gülebiliyordum. Ama yaş ilerleyip hayatın gerçekleriyle ve acı yüzüyle karşılaştıkça gülebilmenin ne büyük bir nimet olduğunu anladım. Çünkü, gülmenin bir şeylerden zevk alma, hoşlanma anlamına geldiğini gülen insanın mutlu olduğunu gördüm. Kendi kendine gülene “deli” gözüyle bakıldığından olsa gerek insanoğlu da eğlenceyi icat etmiş. Böylece, yaşantımızda “acıkma” gibi içgüdüsel bir biçimde ortaya çıkan ve hayattan zevk aldığımızı gösteren “gülme”yi de sağlamanın yolu bulunmuş. İnsanları güldürebilen özel yetenekli kişiler de değişik eğlenceler çıkarmışlar. Geçmişi kaç bin veya milyon sene öncesine kadar uzanır doğrusu bilmiyorum ama günümüzde eğlencenin toplum yaşantısının “vazgeçilmez” bir parçası olduğu açık. Eğlencede tabii ki yazı ve çizgi sanatının çok büyük bir yeri var. Çocukluk yıllarımda evimize “Akbaba” dergisi gelirdi. Haftalık bir siyasi mizah dergisi olan Akbaba’nın içinde eleştiriler, tiyatro oyunları, fıkralar, karikatürler olurdu. Lise yıllarımda ise edebiyat hocamız Haydar Göfer’den mizahın her türünün en güzel örneklerini öğrendim. Üniversite yıllarımda ise yeni çıkmaya başlayan Gırgır’la tanıştım. Oğuz Aral ve Tekin Aral'ın yönettiği derginin temel sloganı; “Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser. Her derde devadır, gırgır da gırgır.” idi. Dergi çok tutulmuştu neredeyse her genç Gırgır okuyordu, haftalık tirajı öylesine yükselmişti ki Avrupa'nın 3. büyük mizah dergisi haline gelmişti. Gırgır, kapandığı 1989 yılına kadar, bizim evimizin haftalık mizah dergisi oldu. Daha sonra Fırt, Deli, Mikrop, Leman, Penguen gibi dergiler Gırgır’a benzemeye çalıştılar ama bence başaramadılar. Dergilerin haftalık satış bilgilerine ulaşamadım ancak satış sayılarından çok içeriklerine bakıyorum. En önemli eksiklikleri bence toplumun dertlerinden uzak durmaları. Bu dergilerdeki yazar ve çizerlerin eksikliği midir, yoksa ülkedeki genel atmosfer mi onları siyasi konulara bulaşmamaya zorlamaktadır emin değilim. Mizah dergilerini mahkemeye veren, kişisel tazminat davası açan siyasilerin varlığını dikkate alarak, bu durumun zorunluluktan kaynaklandığını düşünmek istiyorum. Böyle bir ortamda tabii ki siyasi mizahın gelişmesinden bahsetmek zor ama sanki toplum da artık bu konulara ilgi göstermiyor gibi… Örneğin, bir “Recep İvedik” olayı var. Tüm zamanların en çok izlenen kahramanı olmuş, izleyenlerin sayısı dokuz milyon yedi yüz bin’i geçmiş. Recep ilginç bir tipleme; her şeyi yapan, gittiği her yerin altını üstüne getiren birisi. Ama “Recep İvedik” insanları güldürürken hiç siyasete dokunmuyor, kimseye taş atmıyor. Yaratılan karaktere konu olan insan tipinin gariplikleri, cahilliği, görgüsüzlüğü ile yetiniyor ve insanımız da buna katılasıya gülüyor… Son yıllarda ülkemizde işten uzaklaştırılan, çalışma yasağı getirilen, tazminat davası açılan, tutuklanan, yıllardır hapiste tutulan insanların varlığı sanırım dokunulması yasaklı olan konular ve kişiler ortaya çıkardı. Bunların mizah konusu yapılmaması da yadırganmıyor. Örneğin, bir Fethullah Gülen hakkında mizah yapamazsınız çünkü Gülen kutsal bir konuma taşıtmıştır kendini. Ama tavırlarına ve hayata geçirmeye çalıştığı felsefeye baktığınızda basbayağı siyaset yapmakta. Diğer taraftan, siyasetçilerin yıllar süren dayatmasıyla toplumda bölünme yaratan “türban” konusunda da mizah yapmak mümkün değil. Çünkü bazılarına göre türban İslam dininin emri ve din girince işin içine tartışma orada biter… Vazgeçtim mizahtan bu ve benzeri konuları tartışan din adamlarımız da yok denecek kadar az. Ama burada aykırı bir kişiden bahsetmeden geçmemek lazım, Prof. Dr. Zekeriya Beyaz. Katıldığı bir TV programında türban hakkında görüşü sorulduğunda “... bezde kutsallık aranacaksa, o zaman, en önemli yerleri örttüğü için en kutsal örtü dondur...” demişti. Zamanı geldiğinde tabii ki bunun bedeli kendisine ödetildi. Mizahın aslında hoşgörü ile iç içe olması lazım, başka türlü gelişmesi mümkün değil. Mizahın katmerli diyebileceğimiz, yergi yüklü türü olan hicivde ise hoşgörü daha zor sağlanabiliyor. Türk Dil Kurumu sözlüğünde, hiciv kelimesi “bir kimseyi, bir toplumu, bir düşünceyi, bir nesneyi, bir göreneği yermek için yazılmış yazı veya söylenmiş söz” veya “alay yoluyla yermek” olarak tanımlı. Toplumda “yerilmek” genellikle hoş karşılanmayan bir durum olarak görülse de bu konuda toplumun veya kişinin kültürel yapısı ve birikimi belirleyici unsur olur. Hayatın gerçeklerini güldürücü ve düşündürücü bir şekilde ortaya koyan mizah edebiyatı ve onun bir türü olan “hiciv”in toplum yaşantısındaki yerini lise yıllarımda Haydar hocamdan öğrendim. Kendimi düşündüğümde, sıradan bir insan olarak, gördüğüm yanlışlıkları eleştirmek, yermek için sayfalar dolusu yazılar yazsam bile derdimi anlatamam. Halbuki; mizahta ve özellikle hicivde bunun bir kaç satırla anlatılabildiğini görmek gerçekten hicvedenin yeteneği karşısında hayranlık duymama neden oluyor. Şimdi, günümüzdeki yasaklarla geçmişimizdeki özgürlükleri bir karşılaştıralım. Başta tabii ki din konusu var Bunların en güzel örneklerini Ömer Hayyam vermiş ve düzendeki tutarsızlıkları göstererek Tanrıya çatmış ve hesap sormuş. Demiş ki;
Şimdi burada bir çatma, yerme var ama bu inançsızlığın bir ifadesi mi? Yoksa günümüzde de giderek etkisini artıran ve insanlara neredeyse aklını kullanmayı, sorgulamayı yasaklayan “kadercilik” anlayışının alaya alınması mı? Anadolu ve İslam kültüründe 1200’lü yıllara kadar Tanrı dahil her şeyin mizah konusu yapılabildiği görülür. Hangi din olursa olsun, Tanrı’nın emirleri kabul edilen kitaplar kadar yorumlar da geçerlidir. Böyle olmasaydı her dinde bu kadar farklı mezhep çıkar mıydı… Mizah, eleştirel yaklaşımı ile, farklı davranışlar arasındaki tutarsızlıkları göstererek durumun sorgulanmasına, iyileştirilmesine veya doğrunun bulunmasına da yardımcı olur. O nedenle, Tanrıya çatmayı, bir inançsızlığın ifadesi değil, tam tersine büyük bir Tanrı sevgisi ve dolayısıyla yakınlık duygusu olarak görmek gerek. Hayyam’ın aşağıdaki satırlarında söylediği gibi:
Yönetilenlerle yönetenlerin ilişkisi de mizahın başlıca konuları arasında, her devirde örnekleri var. Hele vatandaşın derdini anlatabileceği hiçbir kurum veya kişi yoksa… Osmanlı döneminden de güzel örnekler var, bunların ne kadar hoşgörü ile karşılandığını bilmiyorum. Kanuni Sultan Süleyman, bir nedenle şair Baki’yi İstanbul’dan Bursa’ya sürgün etmek istediğinde şairin padişaha söylediği sözler gibi:
Yine Kanuni döneminde serzenişte bulunan bir diğer şair de Fuzuli. Bağdat’ta yaşamış olan Fuzuli, döneminin önemli bilim ve sanat adamlarından birisi. Kanuni'nin Bağdat'ı almasından sonra Fuzuli bu fetih için övgüler (kaside) yazmış. Kanuni bu kasideleri beğendiği için Fuzuli'yi dokuz akçelik maaşla ödüllendirmiş. Ancak, Kanuni’nin İstanbul'a dönmesinden sonra bu parayı alamayan şair o ünlü “Şikayetname”sini yazmış ve İstanbul’a göndermiş. Fuzuli Şikayetname’sinde yöneticileri alaya alıyor. Örneğin rüşvetin yaygınlığını anlatırken:
diyor ve yolsuzluğun boyutunu ve yöneticilerin pervasızlığını da aşağıdaki gibi dile getiriyor:
Mizah ile hoşgörünün ilgisi yumurta-tavuk ilişkisine benzer. Hangisinin hangisini doğurduğu belirlenemez ama birbirini geliştirir ve varlığını sürdürmesini sağlar. Hoşgörü ortamı varsa mizah yapılabilir, mizah geliştikçe de toplumun hoşgörü anlayışı gelişir. Bu da toplumun entelektüel seviyesinin yükselmesini sağlar. Hicivde belirli bir kişi ya da kişiler topluluğu yerildiği için hoşgörü gerekliliği daha açık seçik görülür. Örneğin Orhan Seyfi Orhon’un İsmet İnönü’yü kastederek yazdığı şu dörtlükte olduğu gibi:
İsmet Paşa hakkında yukarıdaki dörtlüğü yazan Orhan Seyfi Orhon’un Halk Partisi döneminde İsmet Paşa’ya övgüler düzen, ama Demokrat Parti iktidara gelince de İsmet Paşa’yı ve Halk Partisini yeren bir kişi olduğu söylenir. Günümüzde de çok örnekleri görülen bu dönekliğe kızan Necdet Atılgan “Küçük Eşref” takma adıyla ona şu cevabı vermiş:
Veya, Neyzen Tevfik’in duyduğu kızgınlığın ifadesinde olduğu gibi toplumun bütününe yönelik bir yerme olabilir:
İfadeye bakılacak olursa Neyzen toplumun tavırlarına çok kızmış. Boş laflarla beni sakinleştirmeye çalışma diyerek Tanrı’ya sesleniyor; “sana layık en güzel kıvam, sıfat ve surette olmakla (ahsen-i takvim) övdüğün, ‘insan’ diye yarattığın bu eşek sürüsü müdür” diyor. İnsan davranışlarına kızan tek şair Neyzen değil tabii, bir çokları gibi Namık Kemal de toplumu eleştirenlerden. Bir hürriyet şairi olarak bilinen Namık Kemal, halk arasında açık saçık sözlerin baş tipi olarak anılır. Osmanlı dünya anlayışını eleştirdiği “Ne Utanmaz Köpekleriz” isimli hicvinin ilk kıtası şöyledir:
Yönetenler yani gücü ellerinde tutanlar genel tavırları için de yerilmişlerdir. Örneğin, Şair Eşref’in hükümet üyeleri hakkında söylediği:
Dörtlüğün başında sanıyorsunuz ki ölen bakan anısına heykel yapılmasını öneriyor ama sonunda anlıyorsunuz ki sağlığında da bu heykel idi diyerek ömür boyu hiçbir şey yapmadığını anlatıyor. Osmanlı döneminde yaşayıp da padişahtan yakınmamak mümkün mü, hele bu padişah II. Abdülhamit ise. Şair Eşref onu da hicvetmiş:
Padişahın zulmüne isyan ederek, “Vatan kuru bir ağaca döndü, sürekli baltalanmaktan yeni sürgün bile veremiyor. Senin mülkün olan bu halkın böyle yok olması üzülecek bir şey değil, ama sonunda elinde zulmedecek insan kalmayacak” diyor. Şair Eşref (1847 – 1912) II. Abdülhamit (1842 – 1918) ile aynı dönemde yaşamış, dolayısıyla hicvettiği kişilerin başında Abdülhamit var. Ömrü boyunca memurluk yapan Şair Eşref ikinci meşrutiyet sonrasında emeklilik öncesi son görevini Adana’da vali yardımcısı olarak yapmış. Birinci ve ikinci meşrutiyet dönemlerini yaşayan Eşref, bu yarım yamalak demokrasi dönemini de çok güzel biçimde anlatmış:
Hiciv konusunda Şair Eşref kadar isim yapmış bir diğer kişi Neyzen Tevfik’tir. 1879 yılında Bodrum’da doğan ve 1953 yılında İstanbul’da ölen, içkiciliği ile ün salan ve yalnızca taşlamalar yazmış olan Neyzen Tevfik, Kurtuluş Savaşı ile I. ve II. Dünya savaşı yıllarını yaşamış. Emperyalizmin dünyaya verdiği zararların yanı sıra bir de dünyada faşizm tehlikesi ortaya çıkınca; tepkilerini dile getirmiş:
İlahi kuvvetin, tanrının (yed-i kudret) batının defterini dürdüğünü ve en az on yedi milyon insanın sığır sürüsü gibi kendilerini Hitler’e güttürdüğünü söylüyor. Gerçekten de; II. Dünya savaşı yıllarında yaşananların, Hitler’in emriyle insanların itirazsız diğer insanlara yaptıklarının akıl, mantık ve vicdana sığacak tarafı yok. Neyzen Tevfik, adının başındaki “neyzen” kelimesinden de anlaşılacağı gibi aynı zamanda ney üstadı. Bir gün özel bir eğlence gecesine ney çalması için davet edilmiş. Gece boyunca, bir köşede neyini üflemiş durmuş ama kimse dinlememiş, içkinin de etkisiyle, insanlar kendi aralarında şakalaşmışlar gülüşmüşler ve eğlenmişler. Gecenin sonuna doğru Neyzen ayağa kalkmış, gidecek… Misafirler şairliğini de bildikleri için şiir de okumasını istemişler. Neyzen Tevfik de burada geçirdiğim süre içinde karaladığım bir dörtlük var isterseniz onu okuyabilirim demiş. İşte Neyzen’in o geceden ilham alarak yazdığı dörtlük:
Anlamını açıklamaya gerek olmadığını düşünüyorum. “Meftün” kelimesinin aşık, düşkün, “bezm-i mey”in ise içki alemi ve “süfehan” kelimesinin de içkici müsrifler anlamında olduğunu belirtmek yeterli olur sanırım. Günümüz mizah dünyasında eksikliğini hissettiğim siyasi mizah ve hiciv eserlerinin binlercesi geçmişte verilmiş. Burada sadece birkaç tanesini örnek olarak verdiğimiz eserler geçmiş yıllara ait olsa da günümüzün de gerçeklerini yansıtıyor. Buna bakarak hiçbir şey değişmiyor demek yanlış olur. İnsanlar arasında her zaman iyiler ve kötüler olacak, amacım bunun nedenlerini tartışmak ve dünyadan kötülüğün kazınmasını talep etmek değil. Bence, iyiler ve kötüler çatışması insanlık var oldukça varlığını sürdürecektir, bunu yadırgamıyorum. Yadırgadığım ve tehlikeli olduğunu düşündüğüm, bir toplumun kötülere ve kötülüklere tepki verme refleksini kaybetmesi olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden nasıl doğduğunu ve bu topraklarda yaşayan insanlara yönetim şekli olarak “demokrasi”yi Atatürk ve arkadaşlarının hediye ettiklerini tüm dünya biliyor. Buna rağmen, günümüzde artık çığırından çıkmış bir Atatürk düşmanlığının pompalanıyor olmasını kabul etmek mümkün değil. Yaklaşık yarım asır önce, Atatürk’ün ölümünden sonra ona yöneltilen eleştirilere isyan eden Neyzen Tevfik, aşağıdaki satırları yazmış:
İşte sanatın ve yeteneğin gücü ve güzelliği bu… Neyzen Tevfik’in bu satırlarda kısa ve öz olarak anlattıklarını ben anlatmaya kalksam sayfalar dolusu da yazsam beceremem. İçimi serinletmek için olsa olsa ağız dolusu küfürler ederim. Bu yeteneksizlikle sonunda küfürbaz olup çıkacağım diye korkuyorum… KAYNAKLAR 1. Semih Balcıoğlu ve Ferit Öngören, “50 Yılın Türk Mizah ve Karikatürü”, Cumhuriyetin Ellinci Yılı Dizisi No. 4, Türkiye İş Bankası Yayınları, Üçüncü Baskı, 1976. 2. “HAYYAM, Bütün Dörtlükler”; Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yayınevi, 1995. 3. Ataol Behramoğlu, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi”, Sosyal Yayınlar, Dördüncü Basım, 1997. ![]() |
|
|||
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
||
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |